Büyükada Hafıza Yürüyüşü: Nostaljiye Direnenler ve Musallat Olan Sessizlik

25 Mayıs 2025’te “Hafıza ve Gençlik” programı katılımcıları ve Hafıza Merkezi ekibi olarak Büyükada’da bir hafıza yürüyüşü gerçekleştirdik. Amacımız, hafızayı sadece hatırlanan bir geçmiş değil, aynı zamanda müzakere edilen, yeniden kurulan ve bedenlerimizle deneyimlenen toplumsal bir alan olarak ele almaktı.
Güzergâhımız, adanın tarihsel katmanlarını barındıran ve en yüksek ikinci noktası olan Hristos Tepesi çevresindeydi. Yürüyüşe Büyükada Rum Yetimhanesi’nin önünden başladık. Waseem Ahmad Siddiqui, Umut Azak, Noémi Lévy-Aksu ve Mert Koçak’ın anlatılarıyla Hıntıryan Köşkü, Hristos Gazinosu, Hristos Manastırı ve Kilisesi’ni ziyaret ettik. Ardından İstanbul’un ilk ve tek kent müzesi olan Adalar Müzesi’ne geçerek sergiyi ayrıntılı biçimde gezdik. Müzenin kuruluşunu, kürasyon sürecini ve gelecekteki enstalasyon planlarını Ali Erkurt, Asu Aksoy ve Cihan Yiğin’den dinledik. Böylece deneyimsel hafıza pratiğimizi müzenin kurumsal anlatısıyla diyaloğa sokarak yürüyüşümüzü tamamladık.
Nostaljiye Direnen Rum Yetimhanesi Gezisi
İlk durağımız olan Rum Yetimhanesi, 206 odasıyla dünyanın en büyük ikinci, Avrupa'nın ise en büyük ahşap yapısıdır. 1898-1899 yılları arasında “Otel Prinkipo Palas” adıyla inşa edilen yapı, Alexandre Vallaury’nin imzasını taşır. Doğu Ekspresi’ni işleten Avrupa yolcu tren şirketi Compagnie Internationale des Wagons-Lits tarafından lüks bir otel ve kumarhane olarak işletilmesi planlanmışsa da, II. Abdülhamid’in izin vermemesi üzerine bu proje hayata geçirilemez. Yapı, 1903 yılında Eleni Zarifi tarafından İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağışlanarak Rum Yetimhanesi’ne dönüştürülür.

Yetimhane, 1964 yılına kadar Bozcaada, İmroz ve İstanbul’dan gelen Rum yetim çocuklara ev sahipliği yapmıştır. Ancak 1964 Rum Sürgünü’nün ardından kapatılmış, istimlak edilerek Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetine geçirilmiştir. Kaderine terk edilen yapı, yıllar içinde yangınlar, depremler ve ihmalkârlık nedeniyle çöküşün eşiğine gelmiştir. 2005’te başlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) sürecinin ardından, yetimhane 2010 yılında İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne iade edilmiştir. Restorasyon projeksiyonları, acil müdahale için 2 milyon avro, tam ölçekli onarım için ise 40 milyon avroluk bir kaynak ihtiyacına işaret etmektedir. Yapı, 2012 yılından bu yana Dünya Anıtlar İzleme Listesi’nde “risk altındaki ahşap miras” kategorisinde yer almaktadır.
Yetimhanenin çok katmanlı tarihini konuştuktan sonra Umut Azak, pek çok sosyal ve ekonomik tartışmanın odağındaki mekânlara yalnızca nostalji penceresinden bakıp onları romantikleştirmekten kaçınmamız gerektiği konusunda önemli bir uyarıda bulundu.
Hristos Gazinosu: Kozmopolit Kamusallığın Kayıp Sahnesi
Bir sonraki durağımız, yetimhanenin biraz ilerisinde, geriye yalnızca muğlak izleri kalmış ve ancak tahmin ederek yerini saptayabildiğimiz Hristos Gazinosu’ydu. Burası, 19. yüzyıl sonundan 1970’lere dek adalıların ve kentli yazlıkçıların “hafta sonu kaçamağı” mekânıydı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında gazino, Barba Nikoli Façyo tarafından işletiliyordu. Barba Nikoli’nin Ligor ve Yorgo adlı iki oğlu vardı. Nikoli öldükten sonra işletme Ligor’a kaldı; bu nedenle gazino “Ligor’un Gazinosu” diye de anılır.

Samuel Cox, 1885 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda, Amerika Birleşik Devletleri’nin İstanbul’daki en üst düzey diplomatik temsilcisi olarak “Fevkalade Murahhas ve Tam Yetkili Bakan” (Envoy Extraordinary and Minister Plenipotentiary) unvanıyla görev yapmıştır. Büyükada’da vakit geçiren Cox, Hristos Gazinosu’na dair izlenimlerini şu şekilde aktarır:
"Hristos Gazinosu'nun bütün milletlerin bayraklarının dalgalandığını merkezi binasının etrafındaki parterlerde yeniden toplanmış olduğunu gördüm. Elemli gruplar orada, parterlerde ve gölgelik yerlerde toplanmış, kahve ve sigaraların eşliğinde, ormandan gelen nefis çam kokusunu içlerine çekmekteydiler. Kilisede hiçbir şekilde teselli edilemez gibi dövünen bazıları şimdi gazinoda keyif içinde eğlenmekteydiler."
Ancak 1974 Kıbrıs krizini izleyen milliyetçi atmosfer, adanın bu kozmopolit sosyalliğini örten sınırlar inşa ederek gazinonun çöküşünü hızlandıracaktır.
Musallat Olan Sessizlik: Hıntıryan Köşkü
Yürüyüşümüzün üçüncü durağı Hıntıryan Köşkü'ydü. Binaya adını veren kişi, Ermeni hekim Dr. Hıntır Hıntıryan’dır. Yapı hakkında birden fazla anlatı dolaşır. En yaygın rivayete göre inşa sürecinde asıl amaç burayı bir kilise olarak açmaktı. Ermeni Soykırımı yıllarının siyasal koşulları yüzünden bina ibadete açılamayınca, Dr. Hıntıryan burayı konutu olarak kullanmıştır. Adalılar arasında sıkça anlatılan bir başka hikâyede ise doktorun ağır hasta kızının ada havasıyla iyileşebileceği umuduyla bu binayı yaptırdığı söylenir. Farklı bir rivayet, yapının Ermeniler adına faaliyet gösteren gizli bir örgüt için tasarlandığını, II. Abdülhamid’in bundan haberdar olup inşaatı durdurduğunu, ardından kiliseye dönüştürülmek istense de yine izin çıkmadığını ileri sürer.
Salgın hastalık uzmanı olarak şöhret kazanan Dr. Hıntıryan, İstanbul sosyetesinin saygı duyduğu bir hekimdi. Yaz-kış üzerinden eksik etmediği siyah pelerin, kukuleta ve çizmeleriyle tanınırdı. Tepeye çıkarken kullandığı eşeği ve köpeğiyle birlikte köşkte yaşar; alt katta hayvanlarını barındırır, üst katta kendisi yaşardı. 1932’de burada vefat ettiğinde yanında yalnızca büyük aşkı Pembe Hanım bulunuyordu; naaşını akrabalarına o teslim etti.

Köşk, doktorun ölümünden sonra el değiştirerek sırasıyla Anna Verjin Hallacyan, Vahram Tombul, Hrant İkinci Beller ve Matild Alman’ın mülkiyetine geçti. 1941’de arazisi 25 dönümden 4 dönüme düşürüldü; 1970’te son sahibi Kayhan Çağlayan’dı.
Yapı terk edildikten sonra kargaların ve gece kuşlarının yuvasına dönüşünce halk arasında “Perili Ev” olarak anılmaya başladı. Bu noktada, Jacques Derrida’nın ortaya attığı hauntology ya da Türkçeye musallatoloji olarak çevrilen kavrama değinmek yerinde olur. Musallat olma (haunting), ırkçılık, ataerki ve sömürgeci şiddet gibi ilk bakışta görünmez iktidar yapılarını, duyularımıza sızan fazladan bir katman olarak bugünün toplumsal deneyimine ekler. Hayaletler burada sadece metafor değil, bastırılmış geçmişin bugüne bıraktığı izlerdir. Toplumsal hayatı anlamak, bu hayaletlere kulak vermeyi gerektirir. Yokluklar—ölüler, gerçekleşmemiş projeler, bastırılmış anılar—yaşayanların gündelik gerçekliğini şekillendiren birer etkin varlık haline gelir.
Antropolog Zerrin Özlem Biner, 1915 Ermeni katliamının yerel hafızalarda açıkça dile getirilemediği durumlarda nasıl “okült” ve gizemli anlatılar aracılığıyla yüzeye çıktığını Mardin'de yaptığı araştırmalarla gösterir. Köy meydanlarında fısıltıyla dolaşan “lanetli hazine” söylentileri, terk edilmiş kiliselerde geceleri beliren kayıp cemaatin hayaletleri ya da el koyulan Ermeni evlerinin duvarlarını kat kat boyama âdeti bu musallat halinin örnekleridir. Bu duyumsal izler bir yandan geçmişin acılarını bugüne taşırken, diğer yandan mülkiyet kaybını doğal bir geçiş gibi sunarak bastırılmış şiddeti sıradanlaştırır. Örneğin, her beyaz boya katmanı, altındaki geçmişi hem gizler hem de belli belirsiz şekilde duyurmaya devam eder.
Bu bağlamda Dr. Hıntır Hıntıryan’ın köşkü de “Perili Ev” olarak anıldıkça yalnızca bir harabe değil, Adalar’ın bastırılmış Ermeni geçmişinin maddi bir yankısı haline gelir. Terk edilmenin ardından kargaların ve gece kuşlarının yuvasına dönüşen bina, yalnızca harabe melankolisini değil, aynı zamanda mülkiyetin ve silinen yaaşmların “görünmez” ama hissedilir izlerini taşır.
Perili Ev” söylemi—lanetli hazinelerden bugünün köşklerine uzanan bu bedensiz anlatılar—silinmiş tarihi yeniden görünür kılma potansiyelini taşırken, aynı zamanda bu kaybı doğallaştıran ve toplumsal bellekte görünmezleştiren bir işleve de sahip olabilir. Böylece hayalet söylemi—lanetli hazinelerden bugünün köşklerine uzanan bu bedensiz öyküler—silinmiş tarihi yeniden konuşulur kılarken, aynı zamanda bu kaybı doğallaştıran ve toplumsal bellekte görünmezleştiren bir şimdiki zamanı sürdürür.
Hristos Manastırı ve Kilisesi
Yürüyüşüöüzün son durağı Hristos Manastırı ve Kilisesiydi. Bugün sessizliğe bürünmüş olsa da, tarih boyunca yalnızca bir ibadet yeri değil, çok katmanlı bir toplumsal hafızanın taşıyıcısı olan yapının, kesin belgelere dayanmasa da köklerinin Bizans dönemine, hatta 12. yüzyıldan daha eskiye uzandığı kabul edilir. 1597’de Patrik Meletios Pegas, iki keşişin desteğiyle harabeyi yeniden canlandırır. 1753’te yapı bezirciler loncasına vakfedilir. 1869’da ise Patrik Sofroniyos kapsamlı bir onarıma girişir; mimar Vasileios Dimitriou’nun eklediği kilise bugünkü hâlini o yenilemeden alır.

Manastırın yortu günü, 6 Ağustos’taki Metamorfosis (Başkalaşım) bayramıdır. O sabah ayin bitince, papaz rahibin duasıyla kutsanan yılın ilk üzümleri sofraya konur. Rum cemaati, bu üzümden tatmadan sezonun mahsulüne el sürmez. Bağbozumu, bereket getireceğine inanılan bu ritüelle açılır. Üzümün ezilip şaraba, şarabın da Efkaristiya’da İsa’nın kanına dönüşmesiyle, meyve başkalaşımın hem maddi hem kutsal bir sembolüne dönüşür. Ritüel, zamanın döngüsünü kutsallaştırdığı kadar, topluluğu ortak bir hafızada bir araya getirir.
Aynı adada, başka bir tepenin zirvesinde yer alan Aya Yorgi Kilisesi de benzer bir kolektif hafıza mekânıdır. Büyükada’da birçok ibadet yeri bulunmasına rağmen, Aziz Giorgos’a adanmış bu kilise 23 Nisan’da Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından birlikte ziyaret edilen bir hac noktasına dönüşür. Antropolog Noémi Lévy-Aksu’nun da belirttiği gibi, bu ortak tırmanış, adanın dini peyzajını paylaşmanın ötesinde, çok inançlı bir toplumsal hafızanın vücut bulduğu ritüellerdendir.
Bu tür ziyaretler, dini kurumların tarih boyunca inşa ettiği dogmatik ayrımların ötesinde, toplumsal pratiklerin daha geçirgen, melez ve katmanlı olduğunu gösterir. Antropolojik literatürde “senkretizm” ve “paylaşılan kutsal mekânlar” olarak adlandırılan bu olgu, farklı inançlardan gelen insanların aynı mekân ve zaman içinde, benzer arzularla buluşmasını mümkün kılar. Pagan köklerden miras kalan bu ritüeller, resmi öğretiyle çatışmasa bile onun dışına taşan inanç biçimlerinin sürekliliğine işaret eder.
Hristos tepesi yalnızca keşişlerin ya da zanaatkâr loncalarının inziva mekânı olmamıştır. 19. yüzyılda öğretmen aileleri, patrikhane mensupları ve dinginlik arayan adalılar yaz aylarını manastır odalarında geçirirdi. Yakındaki Rum Yetimhanesi’nin çocukları pazar ayinlerine katılır, hemen yanındaki “Perili Köşk” ile Ligor’un gazinosu ise bu tepeye bambaşka bir atmosfer katardı. Böylece manastır, inançla efsanenin, ritüelle eğlencenin yan yana var olabildiği eşsiz bir belleksel coğrafyaya dönüşür. Bugün hâlâ, bu tepenin taşlarında ve rüzgârında hem tanrısallığın hem dünyevi olanın izleri dolaşmaktadır.